29 Ağustos 2015 Cumartesi

Tarihte Bugün (29 Ağustos)

1521: Osmanlı orduları Belgrad'ı zaptetti

1855: Osmanlı'da ilk telgraf görüşmesi yapıldı

1918: Polonya bağımsızlığını ilan etti

1958: Michael Jackson dünyaya geldi

1976: Süt sığırcılığının geliştirilmesi için Amerika'dan Diyarbakır'a 1 boğa ile 80 inek getirildi

2014: İstanbul'un genellikle geç gelen, hatta hiç gelmeyen, gelirse de tıklım tıklım olduğu için binilemeyen 16KH hat numaralı otobüsü 4 dakika erken geldi. Yanından hiç ayrılmak istemediğim kişiye son bir bakış attığımdan beri ne onu ne de bu tarihî anın benzerini bir daha görebildim.

25 Ağustos 2015 Salı

Liralarımın Sonuna Kadar Yolculuk

Bir 25 Auğustos idi. Ama bugünkü gibi bir 25 Ağustos değil. Sımsıcak, heyecan ve mutluluk verici, ancak hiç Türkçe bilmediğim bir 25 Ağustos idi. Kendimi bildim bileli ilk kez İstanbul’a geliyordum. Kendimi bilmeden önce de gelmişim, fakat o maceradan zerre hatıram bile kalmamış. Eski Lada’mızın arka koltuğunda mışıl mışıl uyuyordum da. Uyuyarak gezen çok gezse de bilemez demek ki. Bu sefer beni getirmediler ama; ben kendim geldim uyanık hem de uçakla!

Pembe bir şortla, omzumda bavulum kadar ağır bir çantayla, bir elimde benim kadar ağır bir bavulla, diğer elimde de küçük, buruşuk ama önemini gideceğim yere dair bütün bilgileri yazdığında taşıyan bir notla, ek olarak “merhaba”, “evet” ve “hayır”dan ibaret bir Türkçe sahibinin özgüveniyle bir taksinin yolcu koltuğuna sığındım. Yolcu koltuğuna mı? Evet, yolcu koltuğuna... Hem de pembe bir şortla. Sonra anladım ki taksinin yolcu koltuğuna ne pembe bir şortla ne de müflonlu montla ne sığınılır ne atlanır de oturulur. Bu hareketimi turist olmama bağlayıp görmezden geliniz lütfen.

Bindiğim taksi ilk bakişta tam bir taksinin olması gerektiği gibiydi: arka camda K. Atatürk’ün imzası, ön panoda Türk bayrağı, şurada burada tamponu ezmiş, içini ise ağır bir sigara kokusu sarmış, daha güzel günler görmüş olan, bildiğimiz bir İstanbul taksisiydi. Fakat bir şey eksikti... O kadar eksikti ki arabanın tavanı, camları ile cam silecekleri, motor kapağı, emniyet kemerleri, hatta bir tekerleği olmaktansa o eksik olan şeyin olmasını yeğlerdim ama İstanbul taksilerinin olmazsa da olur olan bir parçası olduğunu o anda bilemiyordum. Ne mi idi? Az da olsa İngilizce bilen bir şoför!

“Onun İngilizcesi benim Türkçemden daha geniştir inşallah” diye ilişki kurma yoluna dalgın bir hamle attım. Artık kıpkırışık ve zorla okunan hale gelmiş (ayrıca da terden ıslanmış) notumu titreyen elle burnunun önüne tutup “Here, please” dedim. Nota bir süre baktıktan sonra elimden aldı, daha yakından da baktı, sola çevirdi, sağa çevirdi, öyle de iyice baktı, ters de çevirdi... Sonra vazgeçip notu bana uzatıp üzgün üzgün “No understand” dedi. Durakladı ve bir “Sorry” da yapıştırdı güçle kurduğu cümleye.

Ben neresini anlamadığına şaşırarak notu elinden aldım. Her şey apaçık ortada:


Sorunun büyük ihtimalle el yazımdan kaynakladığı o anda aklımın ucundan bile geçmedi. Macaristan’da iltifatlar kazanıp duran bitişik el yazım Türkiye’de ne modaymış ne de “bu ne ya, ben bunu okuyamam ki” bakışlarından başka bir şey edinebildi... Sonra kararımı ve ne olur ne olmaz derin bir nefes de alıp bütün cesaretimi topladım. Allah’ım, ilk kez yabancı biri önünde azıcık da olsa Türkçe konuşacaktım. “Sabiha Gökçen” dedim ve parmağımla yanımızdaki kocaman binayı gösterdim o da kafasını “ee, tabii” anlamında salladı. Harika! Güzel abimle yavaş yavaş olsa da anlaşırız. “Kadıköy” dedim, iyi bir yabancı gibi “ı”ye “i” gibi vura vura. “Kadıköy” tekrarladı mükemmel bir İstanbul Türkçesiyle. Sonra zor bir işe başlarcasına yine derin bir nefes aldım ve “Ti-ca-ret” ... “Mes-lek”... “Lisesi” dedim. Ne olur ne olmaz bir “okul” da yapıştırdım “Bana bak lan, Türkçe biliyorum, saçma sapan bir yere sakın götürme beni ha!” anlamına gelen. Abiciğim de “Haa” dedi ama hiç “Haa” anlamını taşıyan bir tavırı yoktu. O “Haa” diyorsa “Haa”dır diye düşündüm ve hem “Haa”ya göre hem de şu ana kadar arkamızda oluşmuş upuzun araba kuyruğuna göre kalkma zamanı gelmişti de geçiyordu.

Anadolu Otoyolu’nda hızla ilerleyerek sağ tarafımda bakımlı koca bahçeleri andıran yamaçlar, tepesinde Türk bayrağı dalgalanan direkler, camiler ve ne ifade ettiklerini kavrayamadığım tabelalar gözden kaybolup yerlerini yeni yamaçlara, bayraklara, camilere ve tabelalara bırakıyordu. Sanki ben farklı bir şehre değil, farklı bir ülkeye de değil, hatta farklı bir kıtaya da değil, ben bambaşka bir dünyaya gelmişim gibi bir his vardı içimde. Sağ tarafımdaki güzel manzaraya ancak sol tarafımdaki görüntüler (daha doğrusu gürültüler) bir gölge düşürüyordu.

Bana “Haa” diyen bu arkadaş şimdi endişe veren bir şekilde, el hareketleriyle de söylediklerinin ciddilik seviyesini vurgulamak isteyerek telefonla konuşuyordu. Ben bu monologdan zerre kadar bir şey anlayamadıysam da hattın diğer ucundakinden “Sabiha Gökçen " Kadıköy " 12 A " Ticaret Meslek Lisesi” dediğimin tam olarak nerede olduğuna dair bir ipuç almaya çalıştığından adım gibi emin idim... Ve hiç de hayra alamet gibi görünmemeye başladı içinde olduğum durum.

Yol da düşündüğümden daha çok uzun gelmeye başlamıştı. Kim bilir kaç liralık kilometreden geçiyorduk ve hala yolculuk sona ermek bilmiyordu bir türlü. Camdan gelen kuvvetli rüzgar da saçımı kuru ot yığınına benzeyen bir hale getirmişti desem yeridir. Bu da yetmezmiş gibi havaalanında para bozdurmamış olduğumu ve cebimde de olsa olsa birkaç euro olduğunu hatırladım... ki radyoda aniden tanıdığım akorlar çalmaya başladı ve o andaki ruh halime tamı tamına uyuyordu: I don’t care, I love it!!

Macaristan’dayken çok duyduğum ama ilgimi pek çekmeyen, hatta bıkana kadar dinlemek zorunda kaldığım bir şarkı ansızın yeni bir boyut kazandı. Yüzümü rüzgara karşı çevirdim ve yanımdan yarışıp giden çiçekli yamaçları, bayrak direklerini, camileri ve tabelaları izlerken çok uzun bir zamandan beri ilk kez mutlu olmaya başladım. Mutluluk dediğim öyle işte benim. Başına gelecekleri merak ederken nasıl mutlu olabilir ki insan? Olabildim çünkü başıma ne gelecekse gelsin özgürce aldığım kararlarla onları kendi başıma kendim getirdiğimi anladım ve kendim seçtiğim yeni bir hayatıma başlayınca o gelecekte yaşayacağım sorunları çocukça bir heyecanla beklemeye başladım.

Şarkı çalarken, rüzgar yüzüme vururken, bir tarafımda bana son harfine kadar yabancı gelen tabelalar, el yazımı bile okuyamayan yabancı bir ülkenin yabancı bayrakları, yabancı bir dinin camileri ve yabancı yamaçların son otuna kadar yabancı desenleri gözden kaybolurken, diğer tarafımda ise yabancı bir dilde konuşan bir yabancı varken ben mutlu olmaya başladım ve o anı bugüne kadar bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum...

Birkaç dakika sonra Kadıköy’ün bir köşesinde, Ticaret Meslek Lisesi’nin önünde 80 liralık yolculuğumun sona ereceğini, o yolculuk için bütün eurolarımı vermek zorunda kalacağımı, sonra da “Allah’ım, benim gelmem gereken yer Kadıköy değil de Üsküdar idi!!” diye elimi alnıma vuracağımı bilseydim de mutluluğum hiç ekşimezdi herhalde. Önümde bekleyen iki hafta hayatımın en güzel iki haftasıydı ve o andan beri de hiç o kadar mutlu olmadığıma şu an biraz üzülüyorum. Ama o 25 Ağustos’ta böylesine yabancı bir ülkeye “burası benim yeni evim” gözüyle bakmaya başladım.

Şimdi de bu şarkıyı aynı heyecanla dinleyip duruyorum ve o mutluluğun küçük bir parçasını yine hissedebiliyorum. Hatta tarağımı kapıp aynanın önünde delice şarkı söyleyesim geliyor. Fakat şu an yurttaki arkadaşlarımın önünde kendimi palyaço yerine koymanın ne yeri ne zamanı. Manyak davranışlara kapılmaktansa şarkıyı dinlerken sessizce mutlu olayım birkaç dakika. Ne yazık ki şarkı bitince mutluluğumun bir parçası da bitecek çünkü bu yaz o yaz değil, ne bu 25 Ağustos o 25 Ağustos. Şarkı aynı ise de bu anı izleyecek iki hafta o iki hafta olmayacak. Ne yazık ki... Yoksa dünyanın en mutlu insanı ben olurdum.

10 Mart 2015 Salı

Şişedeki Mesaj

"Ne kadar oldu vapurla karşıya geçmeyeli
Oturup bir çay bahçesinde çay içmeyeli?
Ne zaman alıştın sen yalan söylemeye
Kendini en seveninden bile gizlemeye?" (*1)

Hakikaten, ne kadar oldu? Vicdanına sesleniyorum... Kaç zaman geçti, biliyor musun? Farkında mısın acaba? Yoksa bunun hesabını tutan bir tek ben miyim? Gerçi konu hesaba gelince kesmek daha çok hoşuna gidiyor anlaşılan... Hayırdır, hiç kapımı çalmıyorsun, halimi hatırımı sormuyorsun? Ben ne kabahat işledim ki? Hani beni çok severdin. Hiç gitmeyecekmiş gibi sevenler hiç sevmemiş gibi gider mi? Saklambaç oynamaktan bıktım artık, usandım bezdim. Ben bu oyunu bozarım. Ben seni bulamasam da haberim bulsun.

Altı ay uzun bir zamandır, biliyor musun? Neler neler yaptığımı bir bilsen... Hiç şaşırmaman gerekirdi aslında. Söz verdiğim her şeyi yaptım. Söyledim sana, uyardım seni "Ben Türkçeyi öğreneceğim, izle ve öğren" diye. Ama ne izledin ne de öğrendin. İzlemediğinden öğrenemedin aslında ne kadar fazla çaba harcadığımı. Çekip gittin arkana bile bakmadan. Halbuki ben söz verdiğim gibi Türkçeyi öğrendim.

Sadece derdimi anlatacak kadar değil, Cem Yılmaz'ı anlayacak kadar. Vizontele'yi altyazısız izleyebilecek kadar. Yüzünü kızartmaya yeter derecede küfür edebilecek kadar. Ağzından çıkan kulağının duyduğuyla aynı şey olsa da davranışınla hiç aynı olmadığını anlayacak kadar fazla Türkçe biliyorum artık. SENİ anlayabilecek kadar Türkçe biliyorum. Ne dersen de, nasıl dersen de, anlarım. Kuantum fiziği, tiroid bezinin aşırı çalışması, osteoporoz mosteoporoz ve benzer konulardan dem vurmaya kalkışmazsan şayet. Onlardan anlamam. Yine de merakla dinlerdim seni; sesini duymak için herhangi bir bahane uydururdum... Konuşurken kelime seçişin, sesinin tonu, esprilerin, hatta nefes almak için duraklaman bile senin gerçekten nasıl bir insan olduğunu çözebilmem için imdadıma yetişen birer tüyo olurdu. Çünkü sen kendini anlatmazdın. Yemekleri, İstanbul'u anlattın, Kuran'dan, hastalıklardan ve tedavilerinden felsefeler yürüttün, fakat kendine dair tek bir söz etmedin. Aman... Bendeki şansa baksana: anlayamadığım zaman seni dinleyebilirdim ama şu an anlayabildiğim hâlde dinleme fırsatım yok. Olmayacak da. Aslında ne kadar çabalarsam çabalayayım, ses tonunu bile hatırlayamıyorum artık... "Sevdiğin birinin sesini unutmak ne demek, bilir misin?" (*2)

Neyse, sadece Türkçe öğrenmekle kalmadım. Bir de İstanbul'un kaç bucak olduğunu öğrendim. Kocaman şehri avucumun içi gibi biliyorum. Metro ve vapur hatlarını, hareket etme saatleri de dahil, birkaç otobüs hattını, hatta Bahçelievler ve Zincirlikuyu arasındaki metrobüs duraklarını bile ezberledim. Sana rehberlik edip şehrin her köşesini anlatırım, kapıyı göstererim... Topkapıyı, Yenikapıyı... İstanbul'dan sıkıldıysan Hanya'yı Konya'yı da göstereyim sana. Bak repertuar çok geniş.

Ne var ki bütün bu bilgiler hiç de ucuza mal değildi. Tek bir kuruş bile harcamadan bedelini hâlâ ağır ödemekteyim. Kendimi tamamen kitaplara verdim, başımı kaldırmadan, sabah akşam demeden ders çalıştım. "Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum..." (*3) Böylece lüzumsuz birisinin tarzında yuvarlanıp gidiyorum. Kitapların sayfalarını çevirip karıştırıp benim haklı olduğumdan ziyade senin ve benzerlerin haksız ve adaletsiz olduğuna kanıtlar bulmaya çalışmakla meşgulüm. Bazen öylesine güzel şeylere rastlıyorum ki kitabı kapıp yüzüne vurasım geliyor "Şunu bir oku da bir vicdan azabından canın yansın lan!" diye. "Ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna, tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım, tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim." (*4)

Fakat, korkarım ki başına bütün bir kütüphane kaksam da aldırıp tek bir kelime bile söylemezdin. Söz verdiklerini yerine getirmediğini bilmek hiç canını sıkmazdı... Bak sana ne diyeceğim. Hesabı ödercesine boş vaatler mırıldanıp çekip gitmekle kendini benzettiğin kişi kim olsa beğenirsin. "Yaz tahtaya bir daha / Tut defteri kitabı / Sarı çizmeli Mehmet ağa / Bir gün öder hesabı." (*5) Borcunu affedebileceğim ve olup bitenleri umursamayacağım günü iple çekiyorum. Bir gün hatıralarım arasında seni ararken kafamdaki arama motoru "Did you mean sarı çizmeli Mehmet ağa?" diye bir öneri yazar inşallah. Böyle gidilir mi hiç? Gidilir. Mehmet ağa böyle gider ve hesabını ne zaman ödeceğini sadece Allah bilir. Ben böyle bir paraleli bulduğuma o kadar çok sevindim ki düşünceyi genişletip coğrafyaya bile yeni bir boyut getirdim. İstanbul'un yaşadığın yakasına Mehmetistan koydum ve mücbir sebepler olmaksızın oraya ayak basmam. Yanına gitse gitse haberim gider.

Acaba, şişe içinde denize atılan bir mesaj hitap edilene ulaşır mı hiç?

____________________

(*1) Sertab Erener: Tesadüf Aşk
(*2) Leyla ile Mecnun dizisi (Mecnun)
(*3) Sait Faik Abasıyanık: Lüzumsuz Adam
(*4) Oğuz Atay: Tutunamayanlar
(*5) Barış Manço: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

19 Şubat 2015 Perşembe

Sarı Fincan Kırık Fincan

Günlerden perşembe.
Küçük bir ölüm kalım mücadelesinden sonra, balık konservesindekini andıran bir durumda yine metrobüsteyim. Aynı tas aynı hamam. Sadece nefesim değil, zaman duygularım da kesiliyor; dakikalar bir türlü geçmiyor. Okmeydanı ve Darülaceze durakları arasında bir yerde, bu vaziyet bir an önce geçsin diye gözlerimi çizmemin burnuna dikip boş boş bakarak hoş düşüncelere dalmaya çalışıyorum. Birden kendimi bir tekerleme tekrarlarken yakalıyorum: Sárga bögre görbe bögre, sárga bögre görbe bögre, sárga bögre görbe bögre... "Aklımın hangi ucundan geldi bu şimdi?" diye şaşırarak aniden kendimi geçmişte buluveriyorum...

İnsan kaç yaşına gelirse gelsin, görünüşü, davranışı ne kadar düzgün olursa olsun, babaannesini her ziyaret ettiğinde çocukken ne kadar yaramaz olduğunu hatırlatılmaktan kaçamaz. Onlar ki beni iyi tanıdıklarını düşünüyorlar ancak babaannemi dinledikten sonra anlayabilirler ki nasıl da yanılıyorlar.
Anlattıklarına göre yaramazlık yapmaya beklediklerinden daha küçük yaşta başlamışım. Tam birkaç dişim çıkınca erişebildiğim her şeyi çiğnemeye çalışmışım. İster kitaplar, ister uzaktan kumanda, ister plaklar, ister kuzenimin boyaları, her şeyin tadına bakmaya kalkışmışım. Günlerden bir gün annem sessizliğimden şüphelenip odamın kapısını açmış ki beni ateş ölçeri tadarken yakalamış. Derken ölçerin camı pat diye kırılmış. Ben yanlış bir şey yaptığımı bildiğim için, annem ise korkudan ve meraktan çığlık atıp ağlamaya başlamışız. Ailem bir dakika bile sıkılmasın diye bu macerayı sayısız yaramazlığın izlemesini sağladım.
Anaokulundayken en iyi arkadaşımla güzel vakit geçirmek üzere bir masanın altına saklanıp birbirimizin saçlarını kesmeye koyulmuştuk. Yeni görünüşümüzden son derece memnun bir halde masanın altından çıkmıştık fakat halimizi fark eden hiç kimse bizim kadar mutlu görünmüyordu. Böylece dört yaşımdayken beklediğim kadar başarılı olamadığım için kuaförlük kariyerimi terk etmek zorunda kaldım. Kuaför olamadım ama makastan annem ve babam bir türlü beni uzak tutamadı. Oysa ellerinden gelen her şeyi denediler. Gerek güzel sözlerle gerekse bana dayak atarak yaramazlıktan beni vazgeçirmeye çalışmışlardı. Ama bütün çabaları boşa gitmiş anlaşılan...
Önceki cezanın anıları henüz silinmediği halde elime yine bir makas alıp masanın altına saklandım. Fakat bu sefer kuaför olmak üzere değil, terzi olmak için yeterince yeteneğim olup olmadığını kontrol etmek üzere gözden kayboldum. İşime yarayan başka bir bez bulamadığım için pantolonumu kesmeye başladım. Aslında yepyeni olan pantolonumu iyice kestikten sonra iğne iplik alıp dikmeye koyuldum, yalnız bu sefer yaptığım işten ben de pek memnun kalmadım. Er ya da geç babaannemin beni bulacağını biliyordum ve yaptığım yaramazlığı izleyecek azarı düşünmeye cesaret bile edemedim. "Mademki zararı ip ve iğne ile onaramadım, makas ile onarırım" diye düşünüp pantolonun bacaklarını tamamen kestim. Ama istediğim sonuca bu hareket ile de ulaşamadım. Bütün çabalarım boşa gittiyse de bu macerayı izleyen olaylar bu güne kadar anneannemin en sevdiği fıkralarından biridir.
Gel zaman git zaman, yaramazlık yapmaktan gitgide vazgeçtim. Fakat babaannem için o şarısın, mavi gözlü, son derece yaramaz küçük kızdan hala farksızım. 

İyi ki bu düşünce silsilesinin sonuna varabildim çünkü birden "Sayın yolcularımız! Zincirlikuyu bu yöndeki son istasyonumuzdur. Söğütlüçeşme istikametine gidecek yolcularımızın..." çoktan ezberlemiş olduğum duyurusu yapıldı ve beni gerçekliğe geri döndürdü.

15 Şubat 2015 Pazar

İllâ Lilla

Bu olur olmaz yerlerde kullanılan ifade var ya "adı üstünde" diye. Tamam da ne kadar üstünde?

Starbucks'ta Mtarbucks'ta takılmaya içim elvermediği için gittiğim zaman da adam gibi ismi olan içecekleri tercih ediyorum. Genelde cappuccino, Türk kahvesi, sıcak çikolata ile yetiniyorum ama insanın arkadaşı mangolu smoothie siparişi verince insan merak ediyor ya. "O da neyin nesi?" diye sordum ve yemin ediyorum hayatımda hiç bu kadar bilgilendirici, aydınlatıcı bir cevap almamıştım. "İşte bildiğin smoothie mango tadında." Hmm, bak sen. Bu kadar basitmiş. Ben anlayamıyormuşum. Aydınlanma çağı ancak sipariş gelince başladı: buzlu içecekmiş... Buzlu içecekmiş!! İnsanoğlu tarafından nede anlaşılır bir ismi varmış! Smoothie nedir ya! Hemen Türkçe bir isim bulmak lazım buna...
Çizburger, çiğköfte, mercimek çorbası... Bunlar tamam. İnsan hemen anlar ne olduğunu; adı üstünde.

İşte benim meselem de budur: adım üstümde. Fakat kim olduğumu insanlar değil, kader çok iyi anlamışa benziyor ve beni hep layık gördüğü olaylara yönlendiriyor. Nasıl mı?

Adım Lilla. Biliyorum, ilk bakışta bunda hayre verici bir şey yok, sıradan bir yabancı isimdir. Anlamı var mı yok mu bilmiyorum. Sormayın da. Meselenin aslı NE ANLAMA geldiği değil, NEREDEN geldiğidir. Eflatun, hani lila rengi var ya. İşte oradan gelmiyor ve onunla hiç mi hiç alakası yok. O şairler yok mu o şairler. Gece gündüz demeden kavuşulmaz bir aşk peşinde oldukları için şiirleri hep üzüntülüdür. (Aslında, Enver Aysever'in dediği gibi "İmkânlı olan zaten aşk değildir".) Zaten mutlu bir şair görüldü mü hiç? Üzüntü mutluluktan daha çok ilham vericiye benziyor. Bu da insan doğasından kaynaklanıyor olmalı: üzüntüyü kiminle olursa olsun paylaşırız ama mutluluğu hep kendimize saklarız. Yapmayın öyle, şikâyet etmeyin. Dinleyenlerin %80'inin zerre kadar umrunda değil, %20'si ise o kadar hain ki sevinir.

Her neyse... İşte benim adım da böyle bir şair tarafından ortaya çıkarılmıştır. XVIII. yüzyılın sonuna doğru yaşamış Mihály Csokonai Vitéz, Macar aşk şairliğinin en önemli temsilcilerinden biridir. 25 yaşlarındayken Julianna Vajda adlı bir kadına âşık olmuş ve aşkına karşılık verilmiş. Şiirlerinde Julianna'ya "Lilla" diye bir takma isim koymuş. Fakat bu mutluluk kızın ailesi tarafından kabul edilmemiş, hoş görülmemiş ve dokuz ay sonra Lilla'nın başka biriyle evlendirmesiyle sona erdirilmiş. Üzüntünün en dibine düşen şairimiz birkaç yıl sonra, akçiğer yangısı hastalığıyla baş edemediği için 31 yaşındayken ölmüş.

Şimdi ayrıntılara göz gezdirelim...

Kızın adı olan "Julianna" kulağımıza nereden tanıdık gelebilir? Başka yerden değilse de "Romeo ile Juliet" hikâyesinden. Bir de sanki böyle bir öyküyü daha önce de duyduğunuz hissi gelmiyor mu içinizden? Kızın ailesi aşka engel olmuş, kızı başka biriyle evlendirmiş falan... Hiç değilse, "Leyla ile Mecnun" hikâyesini hepimiz duymuşuzdur diye düşünüyorum. İsimlere de bakacak olursanız: Lilla ile Mihály, Leyla ile Mecnun; ortada L ve M harfleriyle tuhaf bir tesadüf var. Ama bu kadarıyla da kalmıyor. Csokonai'ya dair bir söz bile duymadığına emin olduğum bir hoca ismimi öğrenince bana neşeyle: "Haa, adının Türkçesi Leyla, biliyor muydun?" diye sordu. Al işte kader... Meseleye herhangi bir açıdan bakarsak, imkânsız bir aşk hikâyesi ortaya çıkar.

Aslında bu çok şeyi açıklıyor. L ve M harflerinin bir araya geldiği zaman bir tuhaflık oluyor, işler ters gitmeye başlıyor ve ne yaparsan yap olmuyor bir türlü. Oysaki alfabede de yan yana duruyorlar. Sanki kaderin kaba bir şakasının kurbanlarıymış gibi.

Söyleyecek başka ne kalmış acaba? Kendi iyilikleri için M'ler kendilerini benden uzak tutsunlar. Her ihtimale karşı K'ler de sakın yaklaşmasınlar. M ve K'si bir arada olanlar ise akıllarının ucundan bile geçmeyeyim. Ya da... İlle de gelsinler! Bu kaderin baştan yazılması gerek.

13 Şubat 2015 Cuma

Bize de mi poğaça!

... Veya Türkiye'de yabancı olmak nasıl bir duygu?

Ağustos ayında güneşli, sıcak, güzel bir öğleden sonrasıydı. İstanbul'a ilk geldiğimde, şehrin bütün güzelliklerini tanıyayım diye, bana rehberlik eden arkadaşımla Kadıköy'e doğru yürüyorduk. Haydarpaşa Garı'nın rayları üstünde geçirmek üzere, tam köprünün başında gözlerim camı kırılmış, metruk bir simit arabasını andıran bir araca takıldı. Kırık cama yapıştırılmış bir kâğıtta renkleri solmuş harflerle "poğaça" yazıyordu. O anda anladım ki yabancı bir ülkeye değil, sanki kendi memleketime gelmiş gibiydim. "Poğaçanın Türkiye'de yabancı olmanın duygusuyla ne alakası var ki" diye hayret ettiğinizi duyuyor gibiyim. Bin derden su getirmeden onu anlatayım.

Türkiye'ye ilk kez dört yaşlarındayken gelmişim. Annem ve babam ömürlerinde bir kere Asya'da olduklarıyla övünebilmek amacıyla, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçip, Anadolu yakasına varınca geri dönüp, arkalarına bile bakmadan Macaristan'a doğru yola çıktılar. Arabanın arka koltuğunda uyuduğum için İstanbul'un ne kadar güzel olduğunu hiç hatırlayamıyordum, Türkiye'de yabancı olmanın nasıl bir duygu olduğundan bahsetmiyorum bile. Aradan tam 21 yıl geçince, bakayım beni bu sefer uyanık tutabilecek kadar güzel mi diye İstanbul'a geri döndüm... Ve bir kez daha ayrılamadım buradan...

Gelmeden önce, annemle babam ellerinden gelen her şeyle aklımı çelmeye çalışıyorlardı. Babam Türklerin kötü araba kullanışlarından saatlerce söz ediyordu. Annem ise bizimkinden farklı dini olan bir ülkeye gitmenin tehlikeli taraflarını tekrarlıyordu sürekli. Makul sebepleri sona erince, Macaristan'ın XV-XVI. yüzyıldaki, Osmanlı İmparatorluk'un çağına ait, karanlık tarihinden söz etmeye koyuldular. Boşuna. İkisinin de sözleri beni kararımdan caydıramadı ama biraz düşündürdü. Fakat İstanbul'dayken anladım ki bütün o endişeler boşunaymış.

Dünyanın çok fazla yerini gezmiştim ama bu kadar misafirperver, yardımsever insanlarla hiç tanışmamıştım. Türkiye'ye ilk geldiğimde hiç Türkçe bilmeme rağmen, sanki kendi evimdeymiş gibiydim. Türk kültürü ile kendi kültürüm arasındaki farklar beni korkutmak yerine, bu yeni kültürü daha iyi anlayabilmek, daha iyi tanımak isteğini uyandırdı. Annem ve babamın anlattıklarının aksine sadece farklar değil, iki kültür arasında bol bol benzerlik de bulabildim. Çoktan merak etmeliydiniz poğaça da o benzerliklerden biridir. Fark ettim ki ana dilim olan Macarca ve Türkçe, dil bilgisi ve kelimeler açısından birbirlerine çok benzeyen diller. Ömrüm boyunca pogácsa'nın %100 Macar olduğunu düşündükten sonra, Türkiye'ye gelip, poğaça sözcüğünü görüp ve o poğaçayı tattıktan sonra aklımda bir şüphe kalmadı: Türkiye benim ikinci evim.

Macar olmama rağmen Türkiye'de kendimi hiç yabancı gibi hissetmiyorum. Tam tersi. Bazen Türkçe ile zorluk çeksem de, yardıma gelen vatandaşlar sayesinde ben burada yabancı değil, dilini daha tamamen öğrenmemiş ama çok meraklı, etrafını keşfetmek isteyen bir çocuk gibiyim.   

12 Şubat 2015 Perşembe

O İstanbul yok mu o İstanbul...

Geçmiş çağların en muhteşem şehri, dünyanın merkezi. Hatta ne demişler? Dünya tek bir ülke olsaydı başkent İstanbul mu olurdu? Fakat kimine göre "İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde." Halimi anlamadıkları, özlediğimi bilmedikleri, ama her şeye rağmen o geminin bir gün geleceğini beklediğimiz bir şehir bu.

Şimdiye kadar İstanbul'un üç yüzünü görmüştüm. O'nun İstanbul'una gelmiştim, Biz'im İstanbul'umuzdan ayrıldım ve Ben'im İstanbul'uma geri döndüm. Bir kez daha da ayrılmayı düşünmüyorum. Ayrılamam da: büyük İstanbul'un küçük kızı oldum.